5 Haziran 2015 Cuma

FİKRİYE ÇANKAYANIN DUVAKSIZ GELİNİ - Halil İbrahim Özcan / LATİFE ve FİKRİYE İKİ AŞK ARASINDA ATATÜRK – İsmet Bozdağ

Uzunca bir aradan sonra tekrar merhaba! Bir süre ara verdim. Çünkü ne okuyacağım konusunda çok karasız kaldım. Ahmet Ümit’in İstanbul Hatırası’ndan sonra yine İstanbul’un tarihi ile ilgili bir şeyler okumak istiyordum. Bir süre kitap araştırdım. Sonunda sırasıyla Radi Dikici’den “Şu Bizim Bizans” ve “Teodora”yı okumaya karar verdim. Tam aradığımı buldum, biran önce hafta sonu gelsin de kitapçıdan alıp başlayayım derken; o sırada çok sevdiğim Zülfü Livaneli’nin “Konstantiniyye Oteli” isimli yeni kitabı çıktı piyasaya. İşte sonuç: kararsızlık ve yine kararsızlık. Hepsi bu yükselen burcumun yüzünden. Teraziyim işte. Yengeç asıllı terazi.
Her neyse, bu kararsızlık dolu bekleyişim sırasında kitapçıya gidene kadar kendi kütüphanemde okunmayı bekleyen kitaplardan birinden başlayayım, böylece okumaya ara vermemiş olurum diye düşündüm. Bu iki kitaptan önce Fikriye’yi, sonrasında da Latife ve Fikriye’yi bir solukta okudum. Tabi bu iki kitabı okuduktan sonra, ne İstanbul kaldı bende, ne Zülfü. Tamamen Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük dehası karşısında kelimenin tam anlamıyla büyülenmiş durumdayım. Daha fazla okuma daha fazla öğrenme isteği içerisindeyim. Okudukça gurur duydum, hayran kaldım. Dilimde sürekli M.Kemal sözleri.
Cahillik çok kötü bir şey. Atatürk’ün askeri ve siyasi dehası, günümüzde bile böylesi görülmemiş bir liderlik yeteneği, bir milleti esaretten çıkartıp tüm Dünyanın gözünde yüceltip; saygın bir yere taşıması, elbette bir Türk olarak gurur duyulacak bir şey. Ne mutlu bize ki böylesi bir lideri Allah bize nasip etmiş, bizim kurtarıcımız olmuş. Bizim gurur kaynağımız olmuş.
Minnettarlıkla, şükranla ve saygı ile anmamız gereken, tüm Dünyanın saygı duyduğu, bugün bile hala “yüzyılın lideri” olarak adlandırdığı Atamızı çocuklarımıza da iyi öğretmemiz gerekiyor. Öğretelim ki nerden geldiğimizi unutmasınlar. Nasıl şanlı bir tarihe, şanlı bir lidere sahip olduğumuzu hep hatırlasın ve onun mirasını yok etmek isteyen “dahili ve harici bedhahlara” karşı gözlerini açık tutsunlar! Böyle söylüyorum çünkü günümüzde bunlardan çok var.
Yeni okuyacağım kitaplar kesinlikle Atatürk hakkında olacak. Hıfzi Topuz’un "Bana Atatürk’ü Anlattılar" ve Falih Rıfkı Atay’ın "Çankaya" isimli başyapıtı listemde ilk sırada yer alıyor. Bence her Türk vatandaşının ‘okunmuş’ olarak kütüphanesinde yer alması gereken eserler bunlar.
Fikriye ve Latife hanımefendiler hakkında hiçbir yorum yapmadığımı düşünebilirsiniz.  Ancak bu hanımefendiler Atatürk’ün pek sevdiği, hayatında çok önem arz eden, Atamızı çok seven ve Atamızın da çok sevdiği, çok önem verdiği, bir tanesi zaten hayat arkadaşı olan iki hanım olduğu için onlarla ilgili buradan hiçbir yorum yapmak hakkı kendimde görmüyorum. Her ikisinden de Allah razı olsun diyebilirim ancak.
Latife ve Fikriye’den bir alıntı yapmak istiyorum. Zaten okudukça vatanseverlik duygularınız kabarıyor.
……......
“Siz kimsiniz?
İzmir’deki yeni evinde Mustafa Kemal Paşa ilk gecesini çalışarak geçirdi. Kendisi için zengin bir sofra hazırlandığı halde hiçbir yemeğe dokunmadan ufak tefek karnını doyurdu ve geç saatlere kadar 
çalıştı.

Ertesi sabah erkenden uyanmıştık. Hafif bir kahvaltıdan sonra vilayet konağına gittik ve doğruca Valinin odasına girdik. Vali, İngiliz Konsolosu ile görüşüyordu Biz gelince Vali ayağa kalktı ve Konsolosla Mustafa Kemal Paşayı tanıştırdı.
Konsolos iyi Türkçe bilmiyordu. Ufak tefekti. Yüzünde, önce kendisine, sonra hiçbir şeye inanamamış  olmanın yıkıntısı vardı
Paşa Valiye sordu:
-Konu nedir?
Vali anlattı:
-Sayın Konsolos, İngiliz tebasında olan vatandaşlar ile Rum, Ermeni, Yahudi gibi azınlıkların güven altında bulunduklarını belirtir bir güvence istiyorlar. Ben kendilerine herkesin eşit biçimde güven altında olduklarını bildirdim.
Mustafa Kemal Paşa, Konsolos’un Türkçe bildiğini biliyordu, öyle olduğu halde öfkesini belirtmek için sordu:
-Ee, peki daha ne istiyormuş?
Bu soruya Konsolos Türkçe cevap verdi.
-Tebamız hakkında hükümetinizden yazılı teminat istiyorum!...
Konsolos garip bir biçimde diklenmişti. Sanki Tanrı’nın kendisinden esirgediği görkemi, sesi ile kazanmak istiyormuş gibi, bu sözleri gerile gerile söylüyordu. Paşanın sesi havada kırbaç gibi şakladı:
-Yunanlılar zamanında kendi tebanızı daha emniyette mi görüyordunuz?
Konsolos gerisinde İngiliz devletinin bulunduğunu belli eden bir kasılma ile:
-Evet, dedi. Yunanlılar burada iken tebamızı emniyette görüyorduk.
-Öyleyse buyurun tebanızla birlikte Yunanistan’a gidin efendim!
Konsolos kendisinden umulmayacak bir cesaret gösterdi:
-Yani Majestelerimin hükümetine savaş mı açıyorsunuz?
Mustafa Kemal Paşa, bu bızdık Konsolosa iyice öfkelenmişti fakat öfkesini tuttu ve Konsolosa:
-Siz kiminle ve ne konuştuğunuzu biliyor musunuz?... Ben Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve  

Türk Orduları Başkomutanıyım. Savaş açmaya, barış yapmaya hakkım var. Siz kimsiniz!... 
Hükümetiniz adına savaş ve barış görüşmeleri yapmaya yetkili misiniz? Böyle bir yetkiniz varsa görüşelim.. Yoksa (Eliyle kapıyı gösterdi) buyurunuz efendim!...
O kasım kasım kasılan Konsolos, Mustafa Kemal Paşanın son cümlesi üzerine sapsarı kesildi ve tek bir kelime söylemeden kapıdan çıktı gitti. Mustafa Kemal Paşa arkasından bir süre baktıktan sonra Vali’ye döndü:
-Yüz vermeyin Vali Bey! Bunlar karşılarında hala Babıali Hükümeti var sanıyorlar. Bir zırhlısı önünde pısacak, bir blöfü önünde yelkenleri suya indirecek “devletçik” sanıyorlar bizi!.. Küstahlığın derecesine bakın; bana “Savaş mı açıyorsunuz?” diye soruyor, barut kokan bir odada sorduğuna bak!... Savaş halinde değil miyiz sanki!...
“Karşımda oturuşunuzu, sizi konuk saymamıza borçlusunuz!...”
Vali’nin yanından çıktık ve odalarımızda çalışmaya başladık. Bir süre sonra Ruşen Eşref geldi.
-İzmir bir kere daha ayağa kalktı, dedi. Konsolos buradan çıkar çıkmaz, bir taraftan Konsoloshaneyi toplamaya başlamış, bir taraftan da İngiliz tebalı olanlara haber göndererek: “Hemen şehri terk etmelerini” bildirmiş. Rıhtım mahşer günü… Kordonboyu, kendilerini limanda bekleyen İngiliz, Fransız gemilerine götürecek kayık arayan insanlarla dolu.. Kadın erkek, çoluk çocuk deniz kenarına dökülmüşler. Durumu Nurettin Paşa’ya söyledim

-Olay var mı? .. diye sordu..
Olay yok ama çok önemli gelişmeler var.
Acaba Mustafa Kemal Paşa’ya bildirsem mi? Diye benden akıl danıştı. Her halde durumu Paşa’ya bildirmekte yarar vardı:
-İstersen gir, dedim. Yanında kimse yok…
Girdi, içerde epey kaldı.. O, Mustafa Kemal Paşa’nın yanından çıkarken kollarında ve omuzlarındaki işaretlerden amiral rütbesinde olduğu anlaşılan İngiliz Donanması Komutanı, Hükümet Konağı’nın kapısından girerek Mustafa Kemal Paşa’nın odasına doğruldu. Nazik, fakat öfkeli bir hali vardı. Ruşen Eşref önüne çıkıp ne istediğini sorunca:
-Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’yla görüşmek istiyorum!... dedi.
Ruşen Eşref, Amiral’i benim odama alırken sordu:
-Görüşme hangi konuda yapılacak acaba?
-Ordunuz İzmir’e girdi. Bu bir zaferdir. Bir İngiliz askeri olarak, Başkomutanınızı kutlamak isterim. Bu arada, yeni gelişmeler bakımından kendilerinden öğrenmek istediklerim olacak…
-Bir dakikanızı rica ederim, sayın Amiral… Kendilerine teşrifinizi haber vereyim…
Ruşen Eşref, Mustafa Kemal Paşa’nın odasına girdi, bir süre kaldıktan sonra çıktı ve yol gösterdi:
-Buyurun efendim. Başkomutan hazretleri sizleri bekliyorlar.
Birlikte odaya girdiler, kapı kapandı. Amiral önce:
-Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız. Sizi asker olarak içtenlikle kutlarım.. Çanakkale’deki başarınızı rastlantıya borçlu olmadığınız kanıtlanmış oldu. Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum, demiş.
Mustafa Kemal Paşa, çok hoşlanmış bu sözlerden… Kim olsa hoşlanır elbet. Dünyanın en büyük devleti sayılan İngiltere’nin bir Amiral’i –hem düşman olduğunuz halde- sizi övüyor!... Diplomatik bir söze giriş de sayılsa, değerinden bir şey yitirmez sanırım… Sigaralar sunulmuş, çaylar söylenmiş, sıcak bir hava doğmuş Mustafa Kemal Paşa ile Amiral arasında… Hatta bir ara Mustafa Kemal Paşa sabahki Konsolos’u hatırlayıp, askerlerin diplomasiyi sivillerden daha iyi yürüttüğüne inanır gibi olmuş…
Amiral bir süre sonra konuya girmiş:
-Ülkenin, kontrolünüz altında bulunan bölümünde bizim tebamız ve sizin azınlıklarınızdan Ermeniler, Rumlar, var. Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir?.. Güvende midirler?..
-Hiç kuşkunuz olmasın Amiral!.. Türkiye’deki bütün insanlar gibi tebanız ve sözünü ettiğiniz azınlıklar da Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin eşit koruması altındadır. Suç işlemeyenler, kendilerini bu memlekette benim kadar güvende sayabilirler..
_suç işleyenler?..
_Suç işleyenler Sayın Amiral, dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de adaletin huzuruna çıkarlar… Suçlu iseler, cezalarını elbette çekeceklerdir…
-Fakat, Paşa Hazretleri, fevkalade günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret alan Rumların bazıları, şımarıklıklar yapmış olabilir. Bugün bu insanlar yerli halkın düşmanlığı ile yüzyüzedirler. Ermeniler için de başka açıdan aynı şeyleri söyleyebilirim. Biliyorsunuz, arkadaşlarının büyük bir bölümü göçe zorlandı ve önemlice bir bölümü de hayatını kaybettiler. Bu ruh tedirginliği içinde Yunan ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türklere zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır. Bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kimseler, halkın husumetine bırakılacak olursa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır!..
Son cümleye kadar Amiral’i gülümseyerek dinleyen Mustafa Kemal Paşa dünyanın koparacağı gürültü ile kendisini tehdide girişince sözünü bıçak gibi kesmiş:
-Şu “Efendi Devlet” rolünü bir kenara koyunuz Amiral!... Milletleri de tehdit etmekten vazgeçiniz!… İngiltere ve müttefiklerinin kıyameti koparıp koparmayacakları düşünmeme! Bunlar, memleketimin iç işleridir; kimsenin bu işlere de karışmasına müsaade edemem!.. Majestelerinizin devleti memleketimizin azınlıklarıyla uğraşmaktan vazgeçsinler! Kim bize saygı beslemezse bizden saygı beklemeye hakkı olmaz. Şimdi söyleyeceklerinizi dinliyorum….
Amiralin benzi önce kül gibi olmuş, sonra ıstakoz gibi kızarmış:
-İngiltere hükümetinin tebasını her yerde koruma hakkı, devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa (elini limandaki gemilerden tarafa uzatarak) biz bu güvenliği sağlayacak kuvvetteyiz…
İşte o zaman Mustafa Kemal Paşa’nın tepesi iyice atmış:
-Arkaladığınız Yunan ordusunun yüzen leşlerini herhalde görmüş olmalısınız!.. Türk ordusu, asayişi sağlayacak güçte olduğu gibi, limanı boşaltacak güçtedir de… İsterseniz, Türk’e ihanet eden tebanızın ve azınlıklarımızın adaletten kaçan sefillerini geminize doldurabilirsiniz!... Donanmanızın da en kısa bir zamanda limanı terk etmesini istiyorum!...
Mustafa Kemal Paşa’nın cümleleri, art arda Osmanlı tokatları gibi Amiral’in yüzünde şakladıkça Amiral ne yapacağını şaşırmış ve en sonunda Paşa’ya:
-İngiltere’ye savaş mı açıyorsunuz?.. demiş.
İşte Mustafa Kemal Paşa burada son sözünü söylemiş:
-Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr Antlaşması’nın hala yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz?.. Biz onu çoktan yırttık… Karşımda oturuşunuzu, sizi konuk saymamıza borçlusunuz!.. Fakat görüyorum ki nezaketimizi kötüye kullanmak eğiliminiz var… Buna müsaade edemem. Bizim gözümüzde, “Barış anlaşması yapmamış” iki devletiz. Savaş hukuku yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal karasularımızdan çekmenizi size ihtar ediyorum!...
Bir balmumu heykeline dönmüş Amiral Anadolu deyimiyle dudağı yarılmış… Şişe gerine girdiği Mustafa Kemal Paşa’nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçülmüş ve sonunda kekeleyerek:
-Af edersiniz… demiş ve yerlere kadar eğilerek geri geri kapıya gidip dışarı çıkmış.
Vilayet kapısında kendisini bir İngiliz müfrezesi bekliyordu. Amirallerini görünce selam durumuna geçtiler. Fakat Amiral müfrezenin selamını bile almadan kendisini bekleyen motora bindi ve hemen gemisine doğru kıyıdan uzaklaştı.
Aradan bir saat geçti geçmedi… İngiliz gemisinden bir müfreze ve bir teğmen çıktı. Amiral’den-devletin adına- bir ültimatom getiriyordu. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya kendi elleriyle verecekti. Paşa’ya bildirdim. “Gelsin” dedi.
Teğmeni içeri aldım. Ruşen Eşref tercümanlık yapıyordu. İngiliz çakı gibi bir teğmendi. Paşanın karşısında gösterişli bir selam verdi ve Ruşen Eşref aracılığı ile ültimatomu Paşa’ya ulaştırdı.
Paşa:-Peki teğmen! Hükümetimiz ültimatomunuzu inceler ve hükümetinize gereken karşılığı verir. Siz geminize dönebilirsiniz…
Teğmen odaya girdiğinden beri değişmişti. Dışarda soğuk görev yapan bir asker havasında iken Paşa’nın karşısına çıktıktan sonra yumuşamaya sevimlileşmeye gözlerine hayranlık ışıkları düşmeye başladı. Herhalde göbeğine kadar sakallı bir Osmanlı Paşası beklerken, kendisinden ancak birkaç yaş büyük sarışın, mavi gözlü, ateş kaynayan bakışları ile çevresini süzen peşinde iki büyük zafer sürükleyen Mustafa Kemal Paşa’yı görünce şaşırmıştı.
Önce dışarı çıkacakmış gibi bir hareket yaptı, sonra Ruşen Eşref’e dönüp-Başkomutan hazretlerinin ellerini öpmeme müsaade buyurular mı?..
Ruşen Eşref teğmenin dileğini Paşa’ya söyledi; Paşa:
-Neden icap etmiş sor bakalım!...dedi.
Teğmen:
-Asker olarak zaferlerine, insan olarak kendisine hayranım… Lutfetsinler…
Teğmen, Paşa’nın uzattığı eli öptü, Paşa da teğmenin yanağını okşadı. Odayı boşalttık.
İngiliz ve Fransızlar kendi devletlerinin uyruğunda olanları gemilere bindirmeye başlamışlardı. Nitekim birkaç saat sonra da sessizce çekilip gittiler…”
………….
Sevgili Salih Bozok’un anlattıklarına hürmeten onun sözlerine de yer vermek gerek diye düşünüyorum…
……………….
“Ben, Mustafa Kemal Paşa’nın sadece arkadaşı, dostu değil, HAYRANI idim. Başka yapıda insan olduğu ilk bakışta belli oluyordu. Bakışları başkaydı, düşünceleri başkaydı, insan münasebetleri başkaydı; velhasıl o kadar başkaydı ki, tanıyanlar ya ateş-böcekleri gibi ışığına pervane kesiliyorlar, ya da çekilip gidiyorlardı.
Ben, pervane kesilenlerdendim.
Ona inanıyordum Önümdeki uçuruma “atla” dese, hiç düşünmez atlardım, hem de ölmeyeceğime inanarak!..”
Salih Bozok
……………….
Kıssadan hisse: Lider dediğin böyle olur! Duruşuyla bakışıyla lafıyla sözüyle ezer geçer kendine hayran eder! Karizma budur….