14 Mayıs 2015 Perşembe

SENDEN ÖNCE BEN – Jojo Moyes

Ben yengeç burcuyum. Aslında, yükselen burcumun etkisini her zaman daha fazla hissettiğimden, yengeç görünümlü teraziyim derim hep J. Çok sevdiğim bir arkadaşımın tavsiyesi ile okumaya başladığım bu kitabı iki günde bitirdim. Okumaya başlamadan önce bahsettiğim arkadaşımla kitap hakkında yaptığımız muhabbetler, internet üzerinde yaptığım araştırmalar, ayrıca kitaba başladıktan sonra ilk beş sayfa boyunca yer alan kitap eleştirmenlerinin yorumları bende bir hayli merak uyandırdı. Biran evvel okuyup bitirmeliydim. Özellikle sonunda ne olacağına dair merak uyandıran kitapları her zaman çok sevdiğimden biran evvel okuyup bitirmek istedim. Bu kitabı okuyalı çok zaman oldu ama hala hatırladığımda çok güzeldi diyebiliyorum.
Şimdilerde Jojo Moyes’in yeni romanı çıkmış. ‘Bir Artı Bir’ isimli roman yine çok satanlar listesinde yer alıyor. İlgililere duyurulur. Bir eleştirmen Jojo Moyes’in başyapıtı diye yazmış. Kitabı okumadım ama Jojo Moyes’in gelmiş geçmiş bir başyapıtı olacaksa o da ‘Senden Önce Ben’den başkası olamaz diye düşünüyorum. Böyle düşünerek yazarı kalıplara sokmak istemezdim ama maalesef bu kadar iddialı bir konuda kitap yazdıktan sonra kendi kendini geçmek bence imkansızı başarmak gibi bir şey.  
KİTABIN KONUSU
Will Traynor daha 25 yaşında olmasına rağmen hayatı dolu dolu yaşamış son derece yakışıklı oldukça varlıklı ancak geçirdiği talihsiz bir trafik kazası sonucu el parmakları dışında boynundan aşağısını hareket ettiremediği, artık olduğu kişinin eskiden olduğu kişi olmadığını ve daha da bilemeyeceğimiz birçok şey hissettiği için İsviçre’deki yasal bir ötenazi kliniğinde yaşamına son vermeye kararlı bir genç adam.
Louisa Clark yani kısaca Lou ise işini kaybedince herhangi bir eğitimi veya özel bir yeteneği olmadığından karşısına çıkan en iyi iş olan bakıcılığı kabul etmek zorunda kalan İngiltere’de küçük bir kasabada basit bir hayatı olan genç bir kadındır.
Tahmin ettiğiniz gibi Lou Will’in bakıcısı olarak işe başlar, başlarda pek iyi anlaşamazlar. Fakat zamanla yakınlaşırlar. Will’in bakımının zorluğu, Lou’nun Will’i hayata bağlama çabası, onu ötenaziden vazgeçirmek için verdiği insanüstü gayret gerçekten okurken insanı hayran bırakıyor. Sakat bir insanın yaşadıklarına küçücük bir pencereden de olsa empati yapabilmek, hayatın herkes için eşit olmadığı duygusunu yaşamak ve o çabayı görmek, takdir etmek beni çok etkiledi.
Ofiste dört yengeç kadınız ve dördümüz de bu kitabı salya sümük bitirdik. Beğenmeyen arkadaşlarımız da oldu. Özellikle ilk bölümleri yavan bulan sıkılan arkadaşlarımız da oldu. Eğer romantik bir kişilikseniz, olaylara gerçekçi bir bakış açısından önce duygusal bir açıdan bakıyorsanız bu kitabı çok beğenirsiniz. Yoksa vasat bulabilirsiniz.
Kitabın sonuna geldiğimde gerçekten elimden bırakmadan bitirdim, adeta sayfaları yuttum diyebilirim.  İlk giriş bölümünde yer alan eleştirmenlerden biri şöyle yazmıştı;
“Sakın son bölümleri metroda giderken okumayın, ağlamamak için kendinizi tutmaya çalışırken bir enkaza dönüşebilirsiniz.”
Tracy Williams
Ne demek istediğini çok iyi anladım. Son bölümde çok ağladım. Kendime engel olamadım.
KİTABI BİTİRDİKTEN SONRA
Her zaman ‘kitaba başlamadan önce’ diye bir bölüm yapıyorum. Bu sefer de kitap bittikten sonra yaptım. Çünkü kitabın büyüsü bozulsun istemedim. Lütfen kitabı bitirdikten sonra dönüp bu bölümü tekrar okuyun. Ya da kendi araştırmanızı yapın.
Ben kitabı bitirdikten sonra İsviçre’deki Dignitas kliniğini çok merak ettim ve böyle bir araştırma yaptım. Gerçekten böyle bir klinik var. Sürekli bir sakatlık veya acı içindeki iyileşmeyen hastalar için ölme hakkı tanıyan özel bir klinik. Doktor gözetiminde yapılan bir iğne ile hastaların hayatları son buluyor. İnternette yaptığım araştırmada hasta odalarının fotoğrafları bile vardı ve aynı kitapta Will’in kaldığı oda da aynen kitapta tasvir edildiği gibiydi.
Bu araştırmadan sonra da sizleri kafanızda belirecek sorularla ve Dignitas’ın felsefesi ile başbaşa bırakıyorum.
“To live with dignity –  to die with dignity “
Onurunla yaşa! Onurunla öl!

7 Mayıs 2015 Perşembe

İSTANBUL HATIRASI – Ahmet Ümit

Yine çok beğendim, yine çok şaşırdım, yine çok şey öğrendim. Sanırım Ahmet Ümit okuyanlar ne demek istediğimi çok iyi anlamıştır. Ben de eşimde cinayet romanları okumayı çok severiz. Grange serileri, John Verdon serileri çoğunluğunu okumuşluğumuz vardır. Eşim lise yıllarından itibaren Stephan King'ler, Agatha Christie 'ler, Dean R. Koontz’lar ve benim daha adını bilmediğim nice seriler okumuş. Kısaca karı koca cinayet ve polisiye seviyoruz. Ama nedense ikimizde de, sanki başkarakterler olan dedektif, komiser ya da katil sanki Türk olursa bir bağ kuramayacakmışız gibi bir hissikablelvuku buluyor bizde. Ben kendi adıma bu hissi Ahmet Ümit okumaya başladıktan sonra attım üzerimden. Ayrıca önyargılı davrandığım için de son derece pişmanım. Vakit kaybetmişim. Ahmet Ümit'in muhteşem bir yazar olduğunu düşünüyorum. İnsanlara bir yandan sosyal bir mesaj vermeye çalıştığını, diğer yandan onlara her kitabında muhakkak geçmişten günümüze tarihsel anlamda bir şeyler öğrettiğini, bunu yaparken de polisiye gibi son derece sürükleyici bir tür kullanırken okuyucuda merak uyandırarak romanlarının sonundaki sürpriz sonlarla tüm bu serüven boyunca okuyucusuna kendisini hayran bıraktığını düşünüyorum. Kendi adıma ben her bir kitabını bitirdikten sonra öğrendiklerim ve o sürükleyicilik karşısında her seferinde hayran kalıyorum.

KİTABA BAŞLAMADAN ÖNCE

Bence kitaba başlamadan önce araştırma yapmayın. Sadece kitabı okuyun. Okuma keyfini çıkarın. Bilmediklerinizi benim gibi kitaptan öğrenin, çünkü kitap yeterince öğretici. Kitap bittikten sonra ise dilediğiniz ya da eksiğiniz olduğunu düşündüğünüz ki muhakkak vardır, tarihi konuda araştırma yapabilirsiniz.

KİTABIN KONUSU

Gelelim kitabımıza, İstanbul'un tarihi mekanlarına bırakılan cesetler, İstanbul'un tarihinde yer alan, eski Yunan döneminden başlayarak Roma ve Osmanlı döneminin önemli imparatorlarına yapılan göndermeler ve cesetlerin avuçlarına bırakılan aynı imparatorlara ait sikkeler... Başrollerde, Ahmet Ümit’in diğer romanlarından aşina olduğumuz tanıdık bir karakterter olan başkomiser Nevzat, yardımcıları Ali ve Zeynep var. Bu bana Jhon Verdon serisindeki dedektif Dave Gurney’i hatırlatıyor. Ama başkomiser Nevzat bizden biri.

İstanbul'un tarihi mekanlarında yaptıkları araştırmalar ve bu mekanlara, imparatorlara ve kentin tarihine ilişkin verilen birçok öğretici bilgi bulabilirsiniz kitapta. Son derece ilgi çekici ve başarılı bir roman. Özellikle tarih seviyorsanız, İstanbul'da yaşıyorsanız ve yaşadığınız kentin tarihini biliyor veya merak ediyorsanız işte bu kitap tam da size göre.

Kitapta verilen sosyal mesajı almak da oldukça önemli bence. Şahsen kendini okumuş ve "kültürlü" olarak nitelendiren bir İstanbullu olarak son sayfayı bitirdiğimde özeleştirimi yaptım. Çünkü kitapta bizim gibi insanlara yapılan o kadar çok gönderme var ki, önemli olan bunları alabilmek. Ben doğma büyüme Kadıköylüyüm. Kadıköy'ün ‘körler ülkesi’ anlamına geldiğini bu kitaptan öğrendim. Ayrıca bu kitaptan  okuyunca göreceksiniz daha o kadar çok şey öğrendim ki... Dikilitaş’ın hikayesi, Çemberlitaş’ın hikayesi, Byzantion’un hikayesi, Ayasofya’nın hikayesi kısacası bu kentin hikayesi. Bu kentin sokaklarında daha da bilmediğimiz yüzlerce hikaye saklı. Uğruna asırlar boyu kan dökülen, savaşlar verilen, her bir köşesinde ayrı bir tarihin yattığı bu kentte farkındasızlık içinde yaşayıp gidiyoruz. Kentsel tarih, kentsel sorumluluk hiç kimsenin umurunda değil. Herkes kendi gettosunda mutlu mutsuz yaşıyor. Tarihi dokuyu ya da kentin silüetini umursamıyoruz. Bizler Avrupa'da olduğu gibi tarihi yapılarımızı korumaya meraklı değiliz. Düşüncelerimiz gelenekçi olabilir. Ama görüntümüzle ilgili bir sıkıntımız olduğu kesin. Bazılarımız batılılaşmak adına Amerika'daki Manhattan silüetine hayranlık duyuyor. Bazılarımız da doğu kültürüne sığınarak İran Arabistan gibi görünmeye uğraşıyor. Kendimizi olduğumuz gibi kabul edip gelenekçi düşünce yapımızı biraz da kentimizin ruhu ile de doğru orantılı bir şekilde yaşamak gerek diye düşünüyorum.  Şehrin silüetini daha fazla bozmadan Bizansı da Romayı da Osmanlıyı da sentezlemek gerek. Çünkü bu kentte hepsi var ve biz hepsine sahibiz. Sadece Osmanlı yok ki. Tamamını korumalıyız diye düşünüyorum. Tabi ki ben şehir planlamacısı ya da tarihçi veya mimar değilim ancak Avrupa'nın birçok kentini gezmiş bir İstanbul aşığı olarak bu romanın gaza getirdiği düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Hadi artık güzelleşen havalarla birlikte bir İstanbul turuna çıkalım!