17 Nisan 2015 Cuma

BEYOĞLU RAPSODİSİ-Ahmet Ümit




Ahmet Ümit sever misiniz? Ben çok severim. Birçok kitabını okudum. Bab-ı Esrar, Sultanı Öldürmek, Beyoğlunun En Güzel Abisi gibi. Hatta şu aralar da İstanbul Hatırası'nı okuyorum. Birçoğunu okuyup bitirdiğimde en iyisi buymuş dedim ta ki Beyoğlu Rapsodisi’ni okuyuncaya kadar. Bu kitap diğer Ahmet Ümit kitaplarından çok farklı geldi bana. Siz de okudunuz mu? Size de öyle geldi mi? Kitabın üçte ikisini bitirdiğimde hala daha bir cinayet işlenmemişti. Bir yandan ne zaman olacak, kim ölecek diye merak ederken diğer yandan karakterleri o kadar çok sevmiştim ki hiç birine kötü bir şey olmasın diye neredeyse dua edecektim.  Diğer taraftan da Ahmet Ümit’in bu romanı diğerlerinden daha farklı, galiba bu bir cinayet romanı değil diye de düşünmedim değil.  

KİTABA BAŞLAMADAN ÖNCE

Bu kitaba başlamadan önce yapmanız gereken hiçbir şey yok. Eğer İstanbullu değilseniz ya da hayatınızda en az bir kere olsun Beyoğlu’na gitmediyseniz tabi. O zaman iş değişir. O zaman size tavsiyem derhal bir bilet alıp İstanbul’a ufak bir ziyarette bulunmanız ve İstanbullu bir arkadaşınızı da yanınıza alıp İstiklal Caddesinde şöyle uzun uzadıya boydan boya doya doya bir gezintiye çıkmanız olur. Bu gezintiyi kitabı bitirdikten sonra tekrar yapmanızı da ayrıca tavsiye ederim.


ÖZETLE

Galatasaray Lisesinde yatılı okurken tanışıp,  birlikte büyüyen ve hayatın onlara çizdiği yolda farklı hayatlar yaşayıp Beyoğlu’ndan ve birbirlerinden hiç ayrılmayan üç dost hatta kardeşin hikayesi. Canlı Beyoğlu manzaraları eşliğinde geçen sahneler sokakların, tarihi binaların, insanların öyküsünü anlatıyor. Okurken insanın kitabı bir kenara koyup çıkıp İstiklal’de bir bara veya meyhaneye giresi birkaç kadeh içesi geliyor. Tasvirler anlatımlar o kadar güzel ki ‘yaa ben hiç kafamı kaldırıp bahsi geçen binaya şöyle bir olsun bakmamışım’ diyorsun. Gerçekten de kitap bittikten sonra bir Beyoğlu turu yapmak şart gibi geliyor.

Bence kitabın en etkileyici yeri ise son bölümü. Sürpriz bir son okuyucuyu bekliyor. Kesinlikle tahmin edilemeyecek bir sonu var. O kadar CSI Miami, Law and Order, Criminal Minds izlemiş bir kişi olarak genellikle okuduğum bütün cinayet romanlarında ve izlediğim bütün cinayet filmlerinde katili tahmin edebilirken bu romanda kesinlikle bir tahminde bulunamadığım gibi bu sürpriz final karşısında şok oldum diyebilirim. Kitap en beğendiğim Ahmet Ümit romanı olarak tartışmasız ilk sıraya geçti ve uzun süre de üzerine bir şey okumak istemedim. Hala düşündüğümde ‘çok güzeldi’ dediğim nadir kitaplardandır.

Tavsiye eder miyim? Yüzde yüz evet, kesinlikle ederim. Siz de benim gibi ruhu olan kitapları seviyorsanız okuyun, kitap okuyun, Beyoğlu Rapsodisi’ ni okuyun.

LEYLA- Alexandra Cavelius


Bugüne kadar Orta Doğu,   II.Dünya Savaşı,  hatta Uzak Doğu ile ilgili kitaplar okudum.  Eşimin Bosna seyahatinin ardından yakın tarihimize ilişkin bu ülkede yaşanan acılara ne kadar yabancı kaldığımı fark ettim. Orda yaşananlarla ilgili bilgi edinebilmek adına bir sonraki kitabımı bu konuda yazılmış olanlar arasından seçmeye karar verdim ve hemen araştırmaya koyuldum. Öncelikle Güdüz Vassam’ın “Mostari-Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü” isimli kitabı çıktı karşıma ki oldukça ilgimi çekti. Hala okumak istediklerim listesinde yer alıyor. Biraz daha araştırdığımda ise Sinan Akyüz’ün İncir Kuşları, Alexandra Cavelius’un Leyla ‘sı ve Ayşe Kulin’in Sevdalinka’sı ile karşılaştım. Ayşe Kulin kitapları kütüphanemde olmasına rağmen henüz birini bile okumadım. Ne yazık ki Sevdalinka bende olanların arasında yoktu. Bu nedenle okuduğum yorumların da etkisiyle daha etkileyici olduğuna inandığım diğer iki kitaba öncelik vererek Leyla’dan başlamaya karar verdim.

Ben genellikle geceleri okuyabiliyorum. Bu kitap beni o kadar etkiledi ki kitabı okuduğum geceler kabus(lar) görmeye başladım.

BU BÖLÜM KİTABI HENÜZ OKUMAYANLAR İÇİN

Kitabı okumaya başlamadan, bu savaşla ilgili herkes kadar ortalama bir  bilgim vardı. Ancak çok da fazla bilgim olmadığından, başladıktan sonra açıkçası biraz bocaladım. Çünkü kitap bir hayat hikayesi. Dolayısıyla savaş esnasında, kim kimlerden, kimler kimlerle savaşıyor, savaşın hangi aşamasındalar, ben hiç bağlantı kuramadım. Özellikle isim vermemek adına yapılan “B.” “K.” gibi kısaltmalar da kitabı iyice anlaşılmaz hale getiriyor. Bu anlatıma da tabi ki bir süre sonra alışılıyor. Ama açıkçası ilk başta biraz tuhaf geliyor. Bu nedenle bu konuda en azından önsözde olsun kronolojik bir sıralama yapılmış olmasını ya da okuyucuya hatırlatma ve kolaylık için küçük bir savaş özeti geçilmesini isterdim. Açıkça ben okurken zorluk çektim.  Çünkü kitapta Hırvatlar Sırplara savaşıyor, Hırvatlar Bosnalı Müslümanlarla savaşıyor, Sırplar Bosnalı Müslümanlarla savaşıyor. Sırp askerler var. Sırp polisler var.  Bosnalı Müslüman olup Hırvatlara katılanlar var. Bosnalı Müslüman olup Sırp askerlere ya da polis birliklerine katılanlar var.  Herkes herkesle savaşıyor. Tam bir kıyım söz konusu.

Bu nedenle ben sizler için çok küçük bir tarihi hatırlatma yapmak istiyorum.

BOSNA-SIRP-HIRVAT SAVAŞI

Bosna-Hersek o dönemde harita üzerinde, Sırp ve Hırvat topraklarının tam ortasına sıkışıp kalmış bir konumda ve Yugoslavya’ya bağlı. Hırvatistan Devlet Başkanı Tujman ile Sırbistan devlet başkanı Miloseviç, Bosna-Hersek’in nasıl bölüneceği konusunda pazarlıklara başlıyorlar. Hırvatlar, ülkede Hırvatların yaşadığı yerleri, Sırplar da Sırpların yoğun olarak yaşadıkları yerleri kendi ülkelerine dahil etmek istiyorlar. Bosna Hırvatları Bosna-Hersek Hırvat Cumhuriyetini, Bosnalı Sırplar ise Bosna-Hersek Sırp Cumhuriyetini kurduklarını ilan ediyorlar ve istedikleri bölgeleri ele geçirmek için Boşnak Müslümanlara karşı saldırılara başlıyorlar. Ardından Bosna-Hersek devleti bağımsızlığını ilan ediyor. Bağımsızlık ilanından hemen sonra, Yugoslav Ordusu Bosna-Hersek’ten çekiliyor.

Sırp kuvvetleri, Bosna’nın doğusundaki Srebrenica çevresindeki Boşnak kasabalarına ve köylerine saldırmaya başlıyor. Erkeklerin çoğu öldürülüyor ve kadınlar sistematik olarak tecavüze uğruyorlar.

Boşnak kuvvetleri, 1992’de bölgenin kontrolünü ele geçiriyor ancak, Srebrenica şehri Sırp bölgesinin ortasında korunmasız olarak kalıyor. Sırplar, sürekli olarak topçu ve sniper ateşleriyle Boşnak Müslümanların yaşadığı alanlara saldırılarını sürdürüyorlar.  Nisan 1993’de, BMGK Srebrenica’yı güvenli bölge olarak ilan ediyor ve bölgeye yönelik her türlü silahlı saldırıyı yasaklıyor. Ancak, bu karar hiç bir şekilde uygulanamıyor.

Öte yandan Mostar şehri de, Hırvat güçleri tarafından 9 ay boyunca kuşatma altında alınıyor ve şehir, yoğun bombardımana tutuluyor. Şehrin sembolü olan Osmanlı Mirası Mostar köprüsü Hırvat topçusu tarafından imha ediliyor.  Binlerce Müslüman Boşnak’ın bu saldırılarda öldüğü ve yaralandığı bilinmektedir.  Mostar Kuşatması, Boşnak ordusunun karşı taarruzu ile sona eriyor.

Önce Hırvat-Boşnak savaşı sona eriyor. Ancak sonrasında Sırp güçleri Srebrenica’ya saldırıya başlıyor. BM korumasındaki Srebrenica’da Sırpları kimse durduramıyor. Sırplar, 12 ile 77 yaş arası bütün erkekleri “savaş suçlusu sanıkları sorguya çekmek” bahanesiyle ayırmaya başladı. Sonraki 30 saat içerisinde 23.000 dolayında kadın ve çocuk bölgeden tahliye ediliyor. Ayrılan yüzlerce erkek ise kamyonlara ve depolara doldurulmaya başlanıyor.

Kadın, çocuk ve yetişkin erkekten oluşan 15.000 civarında Müslüman Bosnalı grup Tuzla’ya ulaşabilmek için ormanlık bölgeye kaçıyorlar. Çoğu bu ölüm yürüyüşünde kurban gidiyorlar. Yola çıkanlardan pek azı bu çileli yolculuk sonunda Tuzla’ya salimen ulaşabiliyor.

Şehrin düşmesinden sonra yaklaşık 25.000 kişi büyük bir korku içinde Srebrenica yakınlarındaki BM Hollanda askeri kampına doğru kaçmaya başlıyor. Bunlardan 6.000 kadarı kampa girmeyi başarırken geri kalanı ya kampın çevresinde toplanıyor veya dağlara kaçıyor.

Potoçari kampında ve çevresinde toplanan binlerce Boşnak korku içerisinde bekleşiyor. Hollandalıların Srebrenica’yı hiç bir zorluk çıkarmadan teslim ettiğini gören Mladiç, Hollandalı komutandan kampın içindeki ve etrafındaki Boşnakların bir an önce kendisine teslim edilmesini isteyerek, aksi takdirde kampı bombalayacağı blöfünü yapıyor. Mladiç, adil bir yargılamadan sonra savaş suçu işlemeyen erkeklerin serbest bırakılacağını, kadınlarla çocukları sağ salim Tuzla’ya ulaştıracaklarını söyledi. Sonunda Hollandalılar, mültecileri, kampı büyük bir kuşatma altında tutan Sırplara teslim etmeye karar veriyor. Buna karşılık Sırplar Nova Kasaba üssünde tutulan 14 Hollandalı askeri serbest bırakıyorlar.

Bundan sonra kampta bulunan tüm Boşnaklar, Hollandalı BM askerleri tarafından silah zoruyla dışarı çıkmaya zorlanıyorlar. Bu insanlara hiçbir şey yapmayacağını söyleyen Sırplar 11 Temmuz 1995 ile 17 Temmuz 1995 tarihleri arasında, kadınları ve çocukları ayırdederek yaklaşık 8 binden fazla genç ve yetişkin erkeği katlediyorlar.

Potoçari kampından zorla dışarı çıkarılıp Sırplara teslim edilen Srebrenicalı erkekler ya derhal kampın yakınlarında öldürülüyorlar ya da Bratunaç, Nova Kasaba gibi en yakın yerleşim yerlerine götürüp orada katlediliyorlardı. Sırplar öldürülmeyi bekleyen insanlara namluların gölgesinde önce çukur kazdırıyorlar, sonra kazdırdıkları çukura topluca öldürdükleri insanları bazen de diri diri bu insanları doldururarak gömüyorlar. Yaptıkları katliam daha sonra ortaya çıkmasın diye cesetleri tanınmaz hale getiriyorlar, ayakkabılarını ve diğer giysilerini topluyorlar.

NATO hava kuvvetleri, 30 Ağustos tarihinde, Sırp hedeflerine yönelik büyük bir saldırı başlatıyor ve Sırpların tüm altyapısı imha ediliyor.

1995 yazında, Hırvat birlikleri taarruza geçerek, Sırpların elindeki Krajina bölgesini ele geçiriyor. Hırvat, Boşnak ve NATO saldırıları karşısında uzun süre dayanamayan Sırp birlikleri, Ekim ayında teslim olmak zorunda kalıyor. Uluslararası kamuoyunun da baskısı ile her üç toplumun liderleri Miloseviç, Tujman, İzzetbeoviç barış masasına oturuyorlar ve 21 Kasım 1995 yılında Dayton Barış Anlaşmasını imzalanıyor.

Savaşta ölen insan sayısı, kayıtlara göre 97207 asker ve sivil olup, akibeti tespit edilemeyenlerle beraber bu sayının 100-110 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Kayıtlı ölümlerin %66’sının Boşnak, %25’inin Sırp, %8’inin ise Hırvat, kalanların ise Arnavut ve Roman olduğu tespit edilmiştir. Sivil ölümlerin ise %83’i Boşnak, %10’u Sırp, %5’i Hırvattır.

Bosna Savaşındaki savaş suçlarının %90’ı Sırplar tarafından Boşnaklara karşı işlendiği bilinmektedir. Sırpların Boşnaklara karşı uyguladığı saldırıların ve savaş suçlarının, Boşnaklara yönelik bir etnik temizlik harekatı olduğu  kabul edilmektedir.

ŞİMDİ KİTABA DÖNELİM...

Kitap Leyla isminde henüz 16 yaşında çok genç masum bir kızın savaş sırasında başından geçen akıl almaz, vicdana sığmaz, yaşanmış hayat hikayesini anlatıyor. Belki de bu yüzden çok çarpıcı.

Leyla ailesi ile birlikte küçük bir kasabada yaşıyor. Her genç kız gibi hayalleri var. Okumak istiyor. Bu nedenle yaşadıkları büyükanne, büyükbabası ve diğer akrabalarının birlikte yaşadıkları büyük şehirdeki bir ortaokula devam etmek için ailesinin yanından ayrılıyor. Akrabalarıyla güzel günler geçirirken annesine, kardeşlerine ve onlara öz babasından çok daha iyi davranan Hırvat üvey babasına özlem duymaktan başka bir sıkıntı çekmiyor.

İki günlüğüne başka bir şehirde yaşayan teyzesinin yanına gitmesi, oradayken savaşın başlayıp yolların kapatılması ve Leyla’nın ailesinin yanına geri dönemeyişi ile zavallı Leyla’nın insanlık dışı serüveni başlıyor. Umulmadık bir şekilde ihanete uğruyor ve Sırpların eline düşüyor. İşte bu andan itibaren toplama kampı, tecavüzler, akla gelmeyen eziyetler, ordu genelevleri, insanların bir-iki paket sigara karşılığı satılması gibi bitmek tükenmek bilmeyen vahşet dolu yıllar geçirmeye başlıyor.

Okuyucu olarak, daha doğrusu kitabın sayfaları arasında savaşa seyirci olarak, insanlığın nasıl canavarlaşabildiğine, nasıl bir anda eziyet etmekten vahşetten zevk alan bir varlık haline dönüşebildiğine tanık oluyorsunuz. Savaşta her şey mubah mıdır? Karşındakinin insan olduğunu unutmak savaşta bile olsan gayet normal midir? Bu gibi sorular günlerce kafamı kurcalayıp durdu. Her satırda, okuduklarıma inanamadan, o coğrafyada çok yakın bir tarihte bu okuduklarımdan çok daha fazlasının yaşandığını düşünmeden edemedim.  Hatta okuduğum geceler kabuslar gördüm.

Herkes mi insan olduğunu unutmuş, hiç mi bir Allahın kulu yok yardım edecek diye düşünüyorken, Sırplar tarafından bu kadar eziyet gören Leyla’nın yine bir Sırp tarafından kurtarılıyor olması biraz da olsa insanlık adına umut verici geldi.


Kitabın arka kapağında bir yorum var.

“Eğer yetkim olsa her okula insanlık dersi diye bir ders koyar ve bu kitabı herkesin okumasını zorunlu kılardım.”
-Dagens Nyheter

Kitabı okuduktan sonra ne kadar doğru bir yorum diye düşündüm. Ben kitaplarımı okurum ve genellikle takip ettiğim bir yazar değilse ya da çok etkilenmediysem o kitabı işyerimdeki kütüphaneye bağışlarım ya da arkadaşlarımla paylaşırım. ‘Leyla’ için aynısını yapmayacağım.

Bu kitap, oğlumun okuması için ileriki yıllara rezerve edilmiştir.  Bir nebze olsun insanlık dersi alabilsin diye.

16 Nisan 2015 Perşembe

Açılış

Herkese merhabalar,
Açılış yazısı hazırlamak benim için çok heyecan verici olduğundan sürç-i lisan edersem şimdiden affola!
Kitapların dünyasında dolaşmaktan, karakterlerle dost olup, bazen kendimi onlarla özdeşleştirmekten özellikle de her kitaptan yeni bir şeyler öğrenmekten fazlaca zevk alan bir okuma sever olarak ne zamandır aklımda olan ve çok istediğim, kitapların dünyasına ilişkin birkaç cümle de naçizane ben kurabilsem nasıl olur fikrimi sonunda hayata geçirebildiğim için çok mutluyum.
Bu fikir aslında her bir kitaba başlamadan önce bazı bloglardan; o kitapla ilgili yorumlar nasıl, hangi kitap öneriliyor, konusu nedir gibi araştırmalar yapmam ve kitabı bitirdikten sonra da kitap hakkında başka insanlar ne düşünüyor acaba şeklindeki merakımı giderebilmem için yeniden aynı araştırmaya dönmemle aklımda belirdi.
Baktığımda birçok blog birbirine benziyor. Daha kitaba başlamadan sonunu öğrenmek gibi üzücü ve istenmeyen bir durum başınıza gelebiliyor. Birkaç kez benim başıma geldi konusunu öğrenmeye çalışırken sonunu öğreniverdim! ‘Keşke böyle olmasa, ben yapsam şöyle yapardım’ derken işte tam da buradayım.
Heyecanlıyım, mutluyum, okuma isteğim her zamanki gibi çok. Bununla birlikte, okuduklarımla ilgili hissettiklerimi paylaşma isteği hayatıma ayrı bir heyecan kattı. Blogum hayatıma hoş geldin! 

Hadi başlayalım…..